Allah Diye Diye Esrarı Bırakmış

Allah Diye Diye Esrarı Bırakmış

Babası ateist, annesi Katolik olan Fatima Martin, İstanbul'da dinlediği ezan sayesinde içindeki sesin peşine düştü ve Müslüman oldu. Kendisini de anlattığı kitapla İngiltere'de 2008 Müslüman Kadın Yazar Ödülü'nü kazandı.

...Fatıma Müslüman olmuş, adını değiştirmiş, örtünmüş bir Müslüman olarak tekkeden bir süre sonra ayrılır, ancak dışarı çıkınca tekrar esrar kullanmaya başlar. Bırakması o kadar kolay olmaz. Sonra geri döner. Bu kez bir yıl hiç ayrılmaz ve sigara dahil olmak üzere bütün kötü alışkanlıklarından kurtulur.

Martin, "Günlük yerine getirmem gereken dersler ve zikirler vardı, bütün gün onlarla meşgul oluyordum, orası rehabilitasyon merkezi gibiydi. Zaten İslam'ın rehabilite edici bir özelliği var. Esrardan bir yılda kurtuldum ama kafamdan atmam daha uzun zamanımı aldı. Evlendikten sene sonra bile rüyamda görüyordum." diyor.


O zamanki ismiyle Alexandra, 15 yaşında, 1972'de, Beyrutlu Hıristiyan mektup arkadaşı ile buluşmak üzere İstanbul'a ilk geldiğinde, bunun, hayatının da dönüm noktası olacağını bilemiyordu doğal olarak. Camiler, camilerdeki hat yazıları ve özellikle de ezan sesi onun bilinçaltında silinmeyecek izler bırakmıştı. Beyrutlu arkadaşı sayesinde Arapça tutkusu da o zaman başlamıştı. O tutku onu Kahire ve Hartum'da bulunmaya, oradan Kudüs'e gidip İslam'la müşerref olmaya, ardından da Müslüman olup Halit ismini alan İngiliz eşini bulmaya kadar sürükleyecekti. Sonraki yıllarda Fatima ismini alan Alaxandra, tam kendi hikayesi olmasa da hayatındaki gerçeklerden yola çıkarak, Müslüman olan Lena'nın hayatını anlattığı kitabıyla 2008 yılında, İngiltere'de, Müslüman Kadın Yazarlar kategorisinde yılın kitabı ödülünü kazanacaktı. Şu kadarını söyleyelim. Kitaptaki Lena, Alexandra'ya göre daha ılımlı biriydi: “Lena'dan çok daha öfkeliydim. Küplere binen bir yapım vardı. Ben daha isyankar, vahşi, kaotik ve radikaldim.”

Bundan sonra Müslüman olarak aldığı Fatima ismini kullanacağımız Alexandra'nın hayatı, ateist bir baba ile Katolik bir annenin, içindeki sesin peşine düşen çılgın denebilecek kızlarının hikayesi aslında. Viyana'nın güneyinde küçük bir kasabada dünyaya gelen Fatima, zeki bir öğrenci olduğu için öğretmeni onun zeki çocukların gittiği bir gramer okuluna gitmesini istiyordu. Fakat işçi olan babası buna izin vermemişti. Bu, babasına has bir tepki değildi. Bütün mavi yakalılar gibi babası da böyle düşünüyordu. Çünkü yeni masraf kapısı açılsın istemiyordu. Bir yıl sonra ise böyle bir istekte bulunan ağabeyinin talebi kabul görecekti babası nezdinde. Bu da onda feminist duyguların kabarmasına yol açacaktı. 14 yaşında iken Avusturya Başbakanı Bruno Kreisky, sosyalist hükümet adına kitapları bedava yapmıştı ama babası onun kendi çalıştığı fabrikada büro işinde çalışmasını istiyordu.

Fatima, 15 yaşına geldiğinde Beyrutlu bir mektup arkadaşı ile buluşmak üzere İstanbul'un yolunu tutmuştu. Evden ayrıldı böylece. İki hafta kaldığı İstanbul'da bacağı kırıldığı gibi Beyrutlu erkek arkadaşı da İsveçli bir kıza gönül verdiği için yolları ayrıldı. Ama Fatima'ya, Beyrutlu Hıristiyan arkadaşının Arapça konuşmasından etkilenmesi yetmişti. Viyana'ya döndü. Bu sefer babası isteğini kabul etti. Bu, aslında üniversite öncesi bir okuldu. Arapçanın etkisi kendisini gösterdi ve Viyana Üniversitesi'nde Arap Dili ve Edebiyatı eğitimi gördü. Yükseköğrenimini de İslami bilimler ve antropoloji üzerine tamamladı. Fatima, üniversitede kendini hippiler, entelektüeller, marjinaller arasında hiçbir yere ait hissetmiyordu. Araştırma bursu ile önce Kahire Üniversitesi'ne, doktora çalışması için de Hartum'a gitti. İslam'ın o hayatlara sinmiş hali de onu kendine çekiyordu: “Mısır'da, Sudan'da bana en cazip gelen fakir halkın misafirperverliği, sıcaklığı idi. Ve bunun İslam'la ilgili olduğunu hissettim. Benim İslam'da sevdiğim, o en doğal haldeki insanların günlük yaşantısı, birbirlerine karşı insan ilişkileri idi.”

1977 ile 84 yılları arasında özellikle kışları burada geçiren Fatima, bir evlilik teklifini de geri çevirerek, aslında aradığının kariyer ve para olmadığını düşünüp, araştırma bursunu da elinin tersiyle iterek içindeki sese kulak verdi. O ses Kudüs'e gitmesi gerektiğini söylüyordu ona. Sudan'dan Mısır'a döndüğünde birlikte kaldığı arkadaşına, nedenini bilmediği halde Kudüs'e gitmesi gerektiğini söyledi; bundan sonra mektuplarını da oraya göndermesini istedi. Bunun üzerine arkadaşı, bir sınıf arkadaşının Kudüs'te Zeytindağı diye bir yerden yeni geldiğini, Müslüman olduğunu söyleyince artık kafasındaki netleşmişti: “Hakikaten çok zor şartlarda, parasız bir biçimde, bir uyuş turucu sigaralarım bir de otobüs biletim vardı. O şekilde gittim.”

Hayata karşı o kadar cesur adımlar atmasına rağmen taksiye binmeme prensibi vardı. Buna rağmen yanına yanaşan taksi şoförüne “Zeytindağı diye bir yer var. Ben şeyhe gitmek istiyorum.” dedi. Zeytindağı'nda Şeyh Muhammed el-Cemal adında tek bir şeyh vardı. Taksi şoförü de onu oraya götürdü: “Şeyhle karşı karşıya geldiğimde sanki önceden tanıyormuş gibi bana ‘Senin zamanın geldi' dedi. Ben de ‘Müslüman olamam, çünkü bir sürü kötü alışkanlığım var. Kurtulamıyorum bunlardan. Benim bildiğim Müslümanlar böyle şeyler kullanmıyor.' dedim. Şeyh de bunun üzerine ‘Sen orasına karışma. Teslim ol. İslam'ın anlamı da o zaten.” Bu sözler onda çok büyük bir rahatlık uyandırdı. Çünkü çok uğraşmıştı o illeti bırakmaya ve kendini değiştirmeye; ama başaramamıştı.

1984 senesiydi. İçindeki ses onu buraya getirmişti. Önce üç ay boyunca kafasındaki pek çok kalıp ve dogmayla mücadele etmesi gerekti. Sancılı ve yoğun bir üç ayın sonunda şeyhi kendisine eve dönmesini tavsiye eti: “Gittiğimde yapamadım Avusturya'da. Sonra tekrar döndüm.” Bir yıl daha kaldı Filistin'de ve Zeytindağı'nda. Almanların finanse ettiği bir okulda Almanca öğretmenliği yaptı. İngiltere doğumlu, o da sonradan Müslüman olmuş ve Halil ismini almış bir iş adamı ile şeyhinin vasıtasıyla tamamen görücü usulü bir evlilik gerçekleştirdi. Ve 1988'de İngiltere'ye yerleşti. Bu evlilikten Nefise, Zeynep ve Kasım adlarında üç çocukları oldu. Fatima Martin ile Avrupa'daki son olayları ve İslamofobi'yi konuştuk.

-Müslüman olduğunuzda anne-babanız, arkadaşlarınız nasıl tepki verdi?

O zamanlar aslında olumlu karşıladılar. Benim daha mutlu olduğumu gördüler. Babam zaten ateisttir. Ve annem de Katolikliği yaşayan bir kişi. Annemi de zaten o yönden tasvip etmediği için babam, ‘Bu Katolik, bu da Müslüman olsun. Ne fark eder?' diye yorumladı. O zaman annemle benim için ‘O deli Katolik, bu deli Müslüman. Fark etmez yani. Nasıl olsa mutlular' diye düşündü. Ama şimdi mesela medyanın etkisiyle daha karşılar, daha rahatsızlar, 11 Eylül'den sonra. Çok yakın arkadaşlarım beni kabul etti, hala görüşüyoruz. Fakat daha böyle tanıdık babından kişiler görüşmediler benimle. Bir arkadaş kaybettik diye düşündüler. Annem vefat etti zaten. Babam da çok yaşlandı şu anda. TV seyrediyor, medyadan etkileniyor.

-Batı'da ilk İslamofobi ne zaman dikkatinizi çekti?

Şunu da belirtmek lazım öncelikle. Müslümanlarda da bir kurban kompleksi var. Yani haklı bir eleştiri olduğunda da ‘İslamofobi' diye savuşturmaya çalışıyorlar. Ama medyanın gerçekten İslam'ı şiddet içerikli gösterdiği de bir gerçek. Özellikle 11 Eylül'den sonra başladı bu.

-Sizin bu anlamda yaşadığınız olaylar oldu mu İngiltere'de bir Müslüman olarak?

Norveç'teki bombalamada halkın ilk duyduğu şey El Kaide oldu, ortada bir delil yokken. Bu tabii bir gazetecilik değil, sadece spekülasyon yani.

-Avrupa medyası haçlı zihniyeti taşıyor diye bir algı var burada.

Medyada öyle bir şey var fakat halkta daha çok ırkçılık hakim. Özellikle Avusturya'da.

-Oslo'daki olay bunun bir yansıması mı? Bu bir zihniyetin ürünü mü?

Ben size bir soru sorayım. Murdoch'un başını çektiği bu medya imparatorluğunda bu İslamofobianın bilinçli yani bir komplo ürünü olarak yapıldığına inanıyor musunuz? Ben emin değilim ama öyle gözüküyor.

-Eskiden iki bloklu dünya vardı ve komünizm tehdit olarak algılanıyordu. Şimdi Batı dünyası artık İslam'ı bir tehdit olarak görüp bunu fobi haline getiriyor olabilir mi?

Medyada İslam fobisi, öyle bir propaganda var. Yani medya İslam'ı düşman gösteriyor. Ama hakikati soracak olursanız, yani sokaktaki insana inecek olursak ben sokaktaki insanın İslam fobisinden çok ırkçı olduğunu düşünüyorum. Avusturya'da Hitler'in jargonunu kullanan Jörg Haider bir hükümet kurmuştu ama sonra kaybetti. Yani ırkçılık problemi her zaman vardı. Özellikle Avusturya'da, Türklerin Müslüman olması bir mesele değil. Sormuyorlar bile Türk müsün, Yugoslav mısın diye. Irkçı insanlar yani. Böyle bir problem var. İngiltere'de de aynı şey. Bir Hindu, Sih veya Müslüman aynı kefeye konuluyor. Sıradan bir İngiliz aradaki farkı bilmiyor zaten.

-Irkçılığın önüne nasıl geçilebilir size göre?

Benim ideallerim var da pratiğe uygulanabilecek mi? İdeal olarak hepimiz gerçek Müslüman olursak, önüne geçeriz. Efendimiz zamanındaki ümmet, Medine'deki yaşam tarzı, Müslüman olmayanları, politikayı, hepsini içine alan bir yaşam tarzı idi. İdealim o yani. Ben Müslüman olarak çocuklarıma bu değerleri veriyorum. Biliyorum ki bazı Hıristiyanlar da veriyor. Hepimiz aynı anne babadan geliyoruz diyorlar çocuklarına. Seküler bağlamda insanlar, insan hakları diyorlar ve çocuklarına o değeri vermeye çalışıyorlar. Tamam, insan, insan haklarına inanabilir. Fakat bu soyut bir kavram. Bir imtihanla karşılaştığınızda o kavram yok olup gidiyor. Örnek, işte son İngiltere olayları. Yani hep liberaller demiyorlar mıydı, ‘insan hakları, fakirlere yardım edin' falan diye. Şimdi bir ayaklanma oldu, hemen askeri getirin, hemen tanklar gelsin diyorlar, böyle bir olayla karşılaşıldığında.

-İngiltere'nin terör tecrübesi de var üstelik.

İnsanlar fırsattan istifade ediyor ayaklanmalar sırasında. Çünkü çok güzel, müthiş lüks bir hayat gösteriliyor medyada, TV'lerde. Fakat insanlar bunu alamıyorlar. Fakirlik derken o gösterilen hedefe ulaşamama fakirliği söz konusu. Bakıyorlar işte politik skandallar var. Bankalar, finans sektörü de aynı şekilde. Mesela finans kuruluşları herhangi bir risk karşısında sosyalist, fakat kara gelince özelleştirmeci, kapitalist davranıyorlar. Bu ayaklanan kesim de böyle bir tabloda fırsatlardan istifade ediyor. Yapabileceği tek şeyi yani çalmayı, yağmalamayı yapıyor. Yani hırs kültürü. Kendinin olmayan şeye uzanma kültürü…

-Bir sorgulama başladı mı toplumda, bu çocukları yetiştirme tarzı açısından falan?

Genellikle inançlı yani ya Müslüman ya Hıristiyan ailelerde böyle bir sorgulama var. Ama medyada sesini duyuran bu hırs kültürü. Bizlere, inançlı aileler olarak söz verilmiyor.

-2008'de İngiltere'de Müslüman Kadın Yazar ödülünü aldınız. Yazarlık maceranız nasıl başladı?

Çocuklarım okula başlayınca bir şeyler yapmak istedim fakat İngilizce yazabileceğimden emin değildim. O yüzden film dersleri almak için film okuluna gittim. Yaptığım filme eğitmen “Net bir mesajı olan film seninki. Fakat resimlerin çok sıkıcı. Yani sen kelimelerle düşünüyorsun.” dedi. Bunun üzerine yazarlığa yöneldim. Kendim cesaret edemiyordum, o bana cesaret vermiş oldu böylece.

-İlk romanınız ile ödül kazandığınızda nasıl tepki oldu Müslüman camiada, İngiltere'de?

Açık söylemek gerekirse İngiltere'deki Müslümanlar kurgu, yani roman okumuyorlar. Zaten jüride Müslüman olmayan edebiyat çevresinden kişiler vardı. Aslında ben Asyalı yazarlar, Müslüman yazarlar ayrımına da pek katılmıyorum.

-Yeni kitap çalışmanız var mı?

İkinci kitap da bitti. Bir çocuğun İran'da babası tarafından annesinden alınıp Avrupa'ya kaçırılışı üzerine bir kitap. Ve üçüncü bir kitaba da başladım şimdi. Ama iyi bir yayıncı bulmam gerekiyor İngiltere'de. İngilizler İslam fobisi konusunda daha önyargılı olduğu, Müslümanlar ise kurguya itibar etmedikleri için durum biraz zor. İngiltere'de ajanslar yayıncı buluyor yazarlara. Onlar da diyor ki ‘Tanrı hakkında bir şey yazarsan satmıyor. Ancak alay edeceksin ki satsın. Veya işte kendi kültürünü veya başka bir kültürü, o kültürün inançlarını aşağılayarak yazacaksın. Mesela Pakistanlılar kendi yerel kültürlerini aşağılayarak, alay ederek yazarsa onlar iş yapıyor.

-Gerçeği söylemişler yani.

Evet ama Amerika'da bu tarz kitapların yayımlanabilme ihtimali daha fazla. O yüzden de belki Amerika'da denemeliyim. Salman Rüşdi'nin bir edebiyat akşamına katılmıştım, izleyici olarak. Orada Rüşdi demişti ki ‘Ben bir ateist yazar olarak Amerika'da hiçbir yere varamam. Yani Amerika'da başkan olmak için inançlı biri olmanız lazım. Fakat İngiltere'de ateist bir yazar olarak istediğim yere gelebilirim. Herkes ayağa kalkıp alkışlamıştı. İngiltere'de edebiyat ortamı biraz böyle yani.

-1972'den sonra Türkiye'ye geldiniz mi hiç?

12 yıl önce kocamla beraber geldik. Bir de 2008'de, Müslüman olmuş yabancıları gezdirmek üzere gelen grupla geldim.

-Nasıl bir Türkiye buldunuz?

Biraz da size sormam lazım. 12 yıl önce insanlar başörtülü olarak okula gidemiyorlardı. Şimdi bu değişti mi yani?

-Toplumdaki değişimi nasıl buldunuz peki?

İngiltere'ye çok benzetiyorum Türkiye'yi. Çünkü Londra'nın güneyinde, biraz şehir dışında yaşıyoruz. Pek çok Müslüman kadın var, Pakistanlılar vs. Onların dışında seküler pek çok insan var. Yani orada ve buradaki seküler, laik Müslümanlarla İngiltere'deki seküler Müslümanlar ve Müslüman olmayanları ben aynı görüyorum açıkçası. Verdikleri izlenim o, yaşam tarzı bakımından.

-Biz de 200 yıldır Batı'ya benzemeye çalışıyoruz, ondandır!

(Gülüyor) Ben de size sorabilir miyim? Avrupa Birliği'ne katılmayı istiyor musunuz?

-Müslüman kendinden emin olduğu sürece her toplumda kendini gösterebilir.

Yani ben bir Avusturyalı olarak o zaman oy hakkımı Türkiye'den yana kullanacağım. AB Parlamentosu'na oy verme yetkim var. Ben Türkler için iyi olmayacak ve ‘Belki de Türkler istemiyorlardır AB'ye katılmayı' diye düşünmüştüm. Umarım öyle güzel bir model oluşturur.

-Kitapta Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihinin belki de en anlamlı gerçeği ortak mirastır diyorsunuz. Bunu açabilir miyiz biraz?

Kültürel miras Avrupa'ya Endülüs Emeviler'i ile birlikte, yani Osmanlı'dan önceki dönemde gelmeye başladı. Yani Avrupa'da miras, aslında Endülüs tarafından alınmış bir şekilde faydalanılmış, fakat bu asla açıklanmıyor. İşte tıpta buluşların Batılılar tarafından yapıldığı söyleniyor. Halbuki Araplardan alınmış.

-Niye açıklanmıyor, bir gurur meselesi mi bu?

Yani İspanya tekrar Hıristiyanlaşınca Müslüman mirasını gömmek istediler.

-Sonra “Sınırları Avrupa'dan İstanbul'a dayanan kudretli Osmanlı İmparatorluğu'nun niçin yıkıldığını, günümüz Türklerinin Almanya ve Avusturya'da az gelir getiren işlerde nasıl çaresizce çalışır hale geldiklerini öğrenmek isteyen bir roman kahramanı Lena.” diyorsunuz kitapta. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Avusturya'ya da senede bir iki ay gidiyorum ve orada da Türk mahallesinde yaşıyorum. 1970'lerde Türkiye'den Avusturya'ya gelip çalışmaya başlayan aileler hala entegre olamamışlar. Ama bırakıp geldikleri Türkiye de çok değişmiş. Yani hiçbir yerde evlerinde gibi hissetmiyorlar kendilerini. Üzülüyorum bu durum karşısında tabii. Mesela bir adamla tanışmıştık Avusturya'da. Bütün ömrü boyunca çalışmış, 3-4 tane ev yaptırmış Türkiye'de, kızına, oğluna. Ondan sonra emekli olmuş yine Avusturya'da oturuyor. Çünkü kendini Türkiye'de iyi hissetmiyor. O değerlere, yaşam tarzına alışmış, Türk yaşam tarzına uyum sağlayamıyor. Bütün ömrünü o evleri, o hayatı sağlamaya ayırmış. Şimdi kendi başına, yapayalnız ölecek orada.

-Türkler, Müslümanlar Avrupa'nın geleceği için ne ifade ediyor size göre?

Ben bir Avrupalı İslam'ı hayal ediyorum. Yani çocuklarım İslam'ı yaşasınlar ve gün içerisinde bir kere bile “Ben de Müslüman'ım” diye düşünmesinler. O kadar doğal gelsin yani. Türkiye'de nasıl hissediyorsanız…

-Aslında biz de bazen hissedemiyoruz! İnşallah olmaz bir daha ama İngiltere ve Norveç'teki olaylar gibi başka hadiseler bekliyor musunuz?

Ben uslanmaz bir iyimserim bu konuda. Olmayacağına inanıyorum.

AKSİYON

Güncelleme Tarihi: 27 Ağustos 2011, 13:50
YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER

banner17