Çözüm, güçlü Parlamento'da

Aslında Parlamentocu oluşumuz, 1876 yılında ilan edilen 1. Meşrutiyete kadar iner.

Meşrutiyetin ilanı ile birlikte Osmanlı Devleti’nin milleti de ilkleri yaşadı. Bu ilk deneyimleri kısaca şöyle yazabiliriz:

Osmanlı vatandaşları Meşrutiyetin ilanı ile ilk defa seçme-seçilme hakkı kazanmışlardır. Meşrutiyetin ilanı ile birlikte halk, padişahın yanında yönetime ortak olmuştur.

Osmanlı’da Mutlakıyetçi yapı sona ererek Meşrutiyetçi yönetim dönemi başlamıştır. Hem Osmanlı hem de Türk tarihinin ilk anayasası olan Kanun-i Esasi (1876) ilan edilmiştir.

Daha önce padişahın tek söz sahibi olduğu Mecliste halkı temsil eden Meclis-i Mebusan üyeleri söz sahibi olmuşlardır.

Meşrutiyet, “Hürriyet Hürriyet” Diye Yanan Yangını Neden Söndüremedi?

Aslında Sanayi Devrimi, Monarşi yönetimlerin bir bakıma sonunu hazırladı diyebiliriz. Sanayi Devrimi’nin yaşanmasına, Avrupa nüfusunun hızlı artışı, sömürgecilik, teknolojik ilerlemeler ile üretilen buharlı makineler, girişimciliğin ve ticaret hukukunun gelişmesi, sanayi yatırımlarının artması, kapitalizmin gelişmesi, ekonomik ve ticari haklar ve özel mülkiyetlerin güvence altına alınması neden olmuştur. Ticaret Hukuku ile birlikte insanlar artık kendileri içinde eşit hukuki hakların arayışına girmişlerdir ve bunun malum neticesi olarak demokrasi istemişler, kendilerini yönetecek kişileri kendileri seçme arzusu ile yanmışlardır. Bu sebepten Dolayı, Sultan Abdülhamit’in mutlak hâkim olduğu, son tahlilde onun onayı ile yürütülen bir meclis halkın hürriyet yangınına bir su serpse de hararet gidermekten öte gidememiştir.

Yeni Bir başlangıç

23 Nisan 1920 günü Ankara’da 1.meclis açıldı ve bu açılış Türk milletinin Meşrutiyet’te bir nebze de olsa tanışma fırsatı bulduğu demokrasi ile tam olarak kucaklaşma günü idi.

Sevr antlaşmasının keskin hatları ile belli olduğu bir dönemde, süreci Lozan’a taşıyarak Türk milletinin bağımsızlık meşalesini yakmış olma özelliği ile de bu meclis, kurtarıcı bir meclis olma özelliğini taşıyordu.

Tek Parti Dönemi ve Nihayetinde Gelen Çoğulcu Demokrasi

29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanı ile başlayan tek partili dönem 1946 yılında yapılan seçimlere Demokrat Parti’nin katılması ile sona ermişti. Tabii bunun sonucunda CHP iktidarı, bir sonraki seçimde yani 1950 yılında yapılan seçimde kaybetti. 1946 yılında tam manası ile demokrasiye kavuşan Türk milleti; 1960 ve 1980 yıllarında yapılan darbeler ile bir ara demokrasiden uzaklaştırılmak istense de son olarak yaşanan 15 Temmuz gibi kalkışmalara göğüs gerdi ve demokrasisine her zaman sahip çıktı. Şimdi, bu darbeci Kenan Evren’in isminin konulduğu her yerin ismi tekrar değiştirildi. Bu da bir bakıma demokrasi katillerine sembolik de olsa bir ders vermektir bence.

Yazımın şu ana kadar olan kısmında çok yorum katmayarak size biraz demokrasi tarihimiz ve parlamento ile olan serüvenimiz ile ilgili kronolojik bilgiler vermeye çalıştım.

Evet, şu ana kadar yazdığım üzere, parlamento kültürüne ve demokrasiye haiz olmakla birlikte, bu iki olgu ile ilgili çok tecrübeli bir toplumuz.

Her başımız dara düştüğünde çözümü parlamentoda ve çoğulculukta bulduk ve bizi bu çoğulculuk feraha çıkardı. 2001 yılında yaşanan ekonomik krizde adeta iflas eden bir Türkiye vardı. Şu anki Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları Ak Parti’yi kurup ilk seçimde, parlamentonda çoğunluğu elde ederek, ülkeyi o buhranlı günlerden çıkarmayı başardılar ama bunu millet desteği ve güçlü bir parlamento sayesinde başardılar. Ondan sonraki seçimlerde de öyle oldu. Millet her seferinde Ak Parti hükümetlerine desteğini bir doz arttırarak meclise tekrar Ak Parti’yi yollayarak hükümet kurma lütfunu Ak Parti politikacılarına layık gördü. Türkiye belirli bir döneme kadar gerçekten büyüdü, milletin ferasetini arkasına alan hükümet memleketi refaha kavuşturdu. Tabi burada muhalefeti de yabana atmamak lazım. Güçlü parlamento, güçlü bir muhalefet ile var olur.

Peki ya sonra ne oldu?

16 Nisan 2017 yılında gerçekleşen referandum ile yapılan Anayasa değişikliği ile başbakanlık makamı kaldırıldı ve bütün yetkileri cumhurbaşkanlığına devredildi. Yeni sistemde hükümetin sadece başkanı seçilmiş kişi olabiliyor. Bakanlar başkanın belirlediği kişilerden oluşuyor ve hükümet üyeleri daha çok meclis dışında görevlerini yürütüyorlar. Sadece geçen yapılan bütçe görüşmelerinde bakanlar mecliste söz hakkı aldılar. Şimdi teori ve pratik olgusu burada devreye giriyor. Bize anlatılan ve bizim evet dediğimiz yeni hükümet sisteminde belki de bu sistemi getirenlerin bile pratikte olunca anladıkları (Bunu nerden anlıyoruz? Şu an Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Fuat Oktay sistemi revize etmek ile ilgili çalışmalar yapıyor.) sistemin yarattığı zafiyetler ortaya çıktı. Bize anlatılan koalisyonlar tarihe karışacak olgusunun adeta ikizi ittifaklar ortaya çıktı birden mesela, hem de yasalaşarak karşımıza çıktı. Ekonomi bu sistem ile şaha kalkılacak dendi seçimden 1 ay sonra Trump’ın attığı Rahip Brunson tweeti ile dolar bir gecede 3 Türk Lirasından 6 Türk Lirasına yükseldi. Yani 1 gecede milletçe fakirleştik.

Sistemin devreye girmesi ile ortaya çıkan açıkları ve sorunları irdelediğimizde sorunun kaynağının parlamentonun devre dışı kalmasından kaynaklandığını anlıyoruz. Buna aslında yetkilerinin elinden alınması da diyebiliriz. Sonuçta oy verdiğimiz bir meclis ve milletvekilleri var ortada.

Tamam, şöyle düşünelim, iyimser olalım: Güçlü bir hükümet var diyelim ama şu an içinde yaşadığımız duruma bakınca belli ki bir şeyler yolunda gitmiyor. Her şeyi de Amerika’nın ve dış güçlerin üzerine atamayız ya! Sonuçta bu sistemi biz getirdik.

Ben burada biraz konuya farklı bir açıdan bakmak istiyorum aslında.

Ben, değişen güç dengesinin ‘’sevgiyi de’’ yok ettiğini düşünüyorum. Şöyle izah edeyim: Millet ile devlet arasında adeta bir köprü vazifesi gören parlamento, sanki bu sistem değişikliği ile asli vazifesinden yoksun kaldı. Millet ile devlet arasındaki teması kuracak olan enstrüman, bir nevi pasifize edildi. Bakın şunu açıkça söylüyorum, bu sistemi getiren politikacılarımız bile belki de şu an farkına yeni vardılar bu durumun çünkü bir şeyi yaşamadan bilemeyiz ki. Ünlü Deha Albert Einstein kızı Lieserl’e bıraktığı vasiyetinde şunlar yazıyordu:

‘’Bilimin açıklayamayacağı son derece kuvvetli bir güç var. Bu güç herkesi kapsıyor ve yönetiyor. Evrenin çalışmasını sağlayan her olgunun arkasında bile o var ve bizim tarafımızdan henüz tanımlanamadı. Bu evrensel güç SEVGİDİR.’’

Ünlü dehanın bu vasiyeti belki de durumu özetliyor ve benim bu ortaya attığım bakış açısını da destekler nitelikte.

Bence uygulanması gereken çözüm ’’güçlü parlamento”dan geçiyor. Bir şeylerin yolunda gitmediğinin işareti olan kara bulutlar ancak bu şekilde dağılır ve Türkiye’nin yarınları pırıl pırıl masmavi bir gökyüzü gibi aydınlık olur.

- - - -

YORUM EKLE

banner17